Sevgi

Kim veya ne için olursa olsun, sevgi üç kısma ayrılır: Nefsani sevgi, ruhani sevgi, ilahi sevgi (muhabbet). Bunlardan ilki tamamen benlik üzerine kuruluyken, ikincisi benlikten ödün vermeye dayanır. Üçüncüsü ise derecesine göre kısmi veya mutlak olarak benliksizdir.

Nefsani sevgi üzerine kurulan ilişkiler tamamen çıkar amaçlıdır, ve ya alışveriş, ya da alıp, vermeyiştir. Bu tarz sevgi, bir şeyi şehvetle, hadsizce ve Allah'ı unutmaya sebep olacak şekilde putperestçe sevmektir. Bu türü diğerlerinden ayıran en temel özellik, her tarafına yayılmış olan kaybetme korkusu ve onun getirdiği güvensizliktir. Bu tarz sevgi asılda -insanın değil- hayvanın özelliğidir. Ancak ne yazık ki halk arasında en yaygın olan sevgi türü de yine budur.

Ruhani sevgi üzerine kurulan ilişkilerde ise çıkar ikinci planda gelir. Burada önemli olan, sevilen şeye manevi değer verilmesidir. Bu yüzden de sevilen şeyin hoş tutulması için gerekli özveri gösterilir. Dolayısıyla nefsani sevgiden farkı olarak, gerektiğinde şahsi çıkarlara ters düşen şeylerin yapılmasına da kendiliğinden razı olunur. Çünkü sevginin gerçek olması için fiillerin ve/veya sıfatların sevilmesi yetmez; zatı sevmek gerekir. Zatı sevmenin belirtisi de (sevgi ölçüsünde) sevilen için yaşamaktır. Bu tarz sevgi, insanın özelliğidir.

İlahi sevgi ise olgunlaşmış insanın özelliğidir. Bu, bir şeye tamamen kendini adamaktır; öyle ki, insan sevdiğiyle ilgilenmekten kendi keyfiyetini unutur. Bu tarz sevgiyle yaratıkları sevmek neredeyse imkansızdır. Eğer böyle bir şey mümkün olursa da, Leyla-Mecnun hikayesinde de olduğu gibi zorunlu olarak Hakk'ı sevmeye ve Leyla'yı, yani masivayı (Allah'dan başka her şey) unutmaya götürür.

İnsandaki tanrı sevgisi, ödül beklentisi üzerine kurulu olduğu sürece nefsani bir sevgidir. Böyle biri ancak cehennemden korktuğu ve cenneti talep ettiği için ibadet eder. Ne zaman kişinin aklından dünya da ahiret de çıkar, o zaman bu ruhani sevgiye dönüşür. Böyle biri ise Allah'a yaraşır bir kul olabilmek için ibadet eder -ki kula yakışan da budur. Allah'ı nefsani sevgiyle seven, Allah'ın azabından korkarken; O'nu ruhani sevgiyle seven, Allah'a karşı saygısızlık yapmaktan korkar. Bu yüzden ikinci kimse muttaki adını alır. Ama o hala doğrudan Allah'a yönelmiş değildir. Çünkü kendi şahsi inanç sistemi ve Allah hakkındaki zannı ile kayıtlıdır. Dolayısıyla hayatta keşkeleri ve beklentileri vardır -ki bu da Allah'dan gerçek anlamda razı olmadığını gösterir. Ne var ki, istemediği ve beklemediği zorluklara sabreder -ki onu ilk kişiden ayıran da budur.

Ne zaman kişi kendi sevgisinden dahi habersiz kalıp, sevme iddiasından tamamen uzaklaşır, işte o zaman bu ilahi sevgidir. Böyle bir kimse yalnız Allah'dan korkar ve yalnız O'na hesap verir. Hiçbir inanç sistemiyle kayıtlanmaz ve yalnız Hakk'ı izler. Her şey tam hikmet sahibi Hakk'ın dilemesine göre gerçekleştiği için, hiçbir şey onun tarafından 'kötü' görülemez. Ayrıca bu kişi kendini muttaki olarak da görmez. Tamamen kulluk vasfıyla nitelenir ve tam bir muhtaçlık hali ile O'na kulluk eder. Allah bizleri böyle kimselerden eylesin.

Yakınlık

İnsan, kendisine sevgi duyduğu şeye yönelir ve ona yaklaşır. Ancak bu yaklaşma, aynı zamanda uzaklaşmadır. Çünkü şeyler aynı (yerde/görünüşte/tabiatta/anlayışta) değildir. Bu yüzden, her zaman için sevilen sayısında/oranında sevilmeyen vardır.

Bu konuda tek -istisna değil- özel durum, Allah sevgisidir. Allah'ı sevmek de kişiyi zorunlu olarak diğer şeylerden uzaklaştıracaktır, ancak yaratıkların sevilmesinde olduğu gibi mutlak açıdan değil. Çünkü Allah tektir. O, bir benzeri olmayışı açısından tek olduğu gibi, yaratıkları kuşatmasıyla da tektir. Benzeri olmayışı dolayısıyla O'nu sevmek zaten diğer şeylerden uzaklaşmayı gerektirmez, çünkü bu, Yaratıcı'ya yönelik zorunlu/gerekli/makul bir sevgidir. Öte yandan, yaratıkları toplaması bakımından O'nu sevmek, her şeyin O'nda içkin oluşu dolayısıyla diğer her şeyin sevgisini de korur. Bu yüzden O'nun dışında bir şeyi sevmek, O'nda olmayan bir şeye yönelmek demektir -ki böyle bir şey yoktur. İnsan, (bilerek ya da bilmeyerek) böyle yapmakla batıl bir şeyin varlığını (Allah'a dayanmadan ayakta durduğunu) iddia etmiş olur. Bu yüzden din, surete (isim/cisim/para/mevki vs.) tapmayı yasaklamıştır; çünkü o, asıldan kopmaktır: "O'na kulluk edecekseniz, Güneş'e ve Ay'a değil, onları yaratan Allah'a secde edin."(41:37). Yani bunların ışığını 'Allah dışında' aramayın.

Yaratıklar tekil şeylerdir ve Tek'den uzaktırlar. Bu durumda doğrudan onlara yönelmek, Hakk'dan kopmaktır. Çünkü her durumda, yakınlık/uzaklık sevginin şekline ve yönüne göredir. Bu yüzden herkes, her şeye Hakk'a yakınlığı oranında yakın, Hakk'a uzaklığı oranında da uzaktır. Nitekim Allah, "Sapıklık içinde olandan başka kim Allah'dan başkasını çağırır?"(46:5) demektedir. Yani 'Allah dışında' arayış, gerçekten sapmanın ta kendisidir.

Allah'ın elçisi için şöyle denilmektedir: "Sizin üzüldüğünüz şey ona ağır gelir."(9:128) Bunun nedeni, onun, kendisi gibi yaratılmışların sevgisiyle meşgul olması değil, Hakk'a en yakın kişi oluşudur. Bu sayede tüm sevgileri kendinde toplamış ve 'Hakk'ın habibi (sevgilisi)' olmuştur. Çünkü yaratıkların sevgisi de -suretle kayıtlanılmadığı sürece- Yaratıcı'yı sevmekten kaynaklanır. Dolayısıyla onun Allah sevgisi yaratılanlara sıçradığı gibi, buradan tekrar Hakk'a döner ve döngü devam eder. Bu yüzden onun sevgisinin bir sınırı yoktur; sonsuzluğa ulaşır.

Allah'ın elçisine tam uyanlar için de aynı durum geçerlidir. Diğerlerinin durumu ise karışıktır. Eğer insanlar Allah'ı gerçek anlamda sevselerdi, şüphesiz onlar da yaratıkları Yaratan'dan ötürü severlerdi. Ancak çoğu kişi yaratıkların sevgisiyle Yaratıcı'dan perdelenmiştir; Allah'ın emrine ve elçisinin sünnetine uysun ya da uymasın, insanlara istedikleri/hoşlandıkları gibi davranmakla kalplerini almaya çalışırlar. Halbuki 'Allah dışında' bir şey yoktur: "İnsanlar bir araya toplandıkları zaman onlara düşman kesilirler ve onlar vasıtasıyla kulluklarını inkar ederler."(46:6). Çünkü sonunda geriye kalan yalnız Allah'tır.

Secde

Ayette "Secde et ve yaklaş!"(96:19) denilmektedir. Resulullah (Salat ve Selam üzerine olsun) ise şöyle söylemiştir: "Kulun Allah'a en yakın olduğu an, secdedeki andır." Ayrıca yine o, kulun Allah katındaki derecesinin her secdesi ile arttığını bildirmiştir. Öyleyse Hakk'a yakınlığın yolu, secdeyi bilmek ve onu olabildiğince sık yapmaktır.

Namaz ibadetinin gerekliliklerinden biri olan secde hareketi, secdenin suretidir -ki o, kişinin yüzünün ve cephesinin yere gelmesidir. Ancak bir de secdenin hakikati vardır. O da, kişinin gardını tamamen indirerek, Rabb'ine teslim olmasıdır. Secde ile asıl kastedilen ve önemli olan da budur. Kişi Rabb'i ile çekişme halinde olduğu sürece namaz kılsa dahi hakiki anlamda secde etmiş olmaz.

Biz anlasak da anlamasak da, her şey Allah'ın planına bir şekilde destek verir. Önemli olan "Ey müminler, Allah'ın yardımcıları olun!"(61:14) ayetinde kastedildiği gibi yüzlerin Hakk'a çevrilmesi ve her işte -bir başkasına değil- O'na müracaat edilmesidir. Bu da zorlamayla değil, Hakk'ı sevmekle mümkündür.

Hakk'ı sevmek başta kişiye zor gelir, çünkü insan nefsi her şeyi kendi arzu ve çıkarları doğrultusunda anlamayı ve yorumlamayı seçer. Böyle olmasına karşın, cahil kişi Allah'ı sevdiğini söyleme gafletinde bulunur. Halbuki o, değil Allah'ı, kendi Rabbi'ni sevmekte dahi güçlük çeker de farkında olmaz. Onun sevdiği ancak hayali bir puttur.

Her ibadetin hakikatine ulaşmak ihlası, yani samimiyeti gerektirir. Samimiyetin kapısı dürüstlük, samimiyeti ayakta tutacak olan kulun takvasıdır. Ve tüm bunlar yerleştikten sonra da, yaklaşmayı sürekli kılmak için tam bir tevekküle ihtiyaç duyulur.

Bu yüzden dürüstlük tam olarak yerleşmeden secdenin hakikatine ulaşılamaz. Dürüstlük kazanıldıktan sonra ise her şey birer birer kişiye açılmaya başlar ve o, hızla Rabbi'ne doğru yol alır. Çünkü şeytanın hilesi, aslında kendisinde saklı olan hilenin açığa çıkarılmasından ibaretti. Sonuçta insanı secdeden alıkoyan da -başkası değil- kendisidir.

Suç ve Ceza

Herkes seni en fazla kendi kadar temiz, en az da kendi kadar pis görür. Buna göre temizlenmenin her ne kadar Allah katında değeri olsa da, insanlar arasında yeri yoktur. Hatta 'pis' ve 'temiz', asılda karşılıkları olmayan kavramlardır. Bunlara anlam veren dahi insanlardır.

O zaman, kimse kendini gerçekte savunamaz. Çünkü suçu -sanık değil- onu dinleyen belirler. Asılda ise suçun sahibi yoktur. Çünkü her suç, aynı güzellik gibi, bakış açısına göre ortaya çıkar.

Ceza ise böyle değildir. Cezayı suç belirler. Dolayısıyla cezanın insanla olan ilişkisi -doğrudan değil- dolaylıdır. Yani cezanın sahibi suçtur, ama suçun sahibi olmak zorunda değildir. Bu yüzden de her ceza doğrudur ama kime uygulanacağı tartışmalıdır.

İnsan yaratılışı itibariyle temizdir ve ilahi haberlerde 'temizlenmekle' kastedilen de dünyanın kirinden arınıp, bu asli yaratılışa dönmektir. Temiz olmak ise hata yapılmayacağı anlamına gelmez. O aynen çocuklar gibi olmaktır; onlar belki çokça hata yaparlar, ama uyarıldıklarında bundan dönerler. Yetişkinler ise bazı hatalarında ısrar ederler -ki ilahi haberlerde 'azgınlık' ile kastedilen de budur. Öyleyse suç, -hatanın kendinde değil- yapılan hatada ısrardadır.

Secdenin önemi de yine burada ortaya çıkar. Tövbe, belirli bir hatadan dönmek iken; secde, merkeze dönmektir. Hatalar sonsuzdur ve dairenin farklı yönlerinde ortaya çıkarlar. Onlardan dönmek, insanı eski haline getirir. Secde ise -geriye değil- içeri doğru atılan adımdır ve o, hata ile insanın arasını ayırır. Bu yüzden tövbe ya da pişmanlık, kişiyi suçlu olmaktan kurtarırken; secde onu hatalı olmaktan kurtarır. Nitekim secde ile kendisine yaklaşılan Allah'dır ve O'na hata nispet edilemez.

'Yaklaşmak' ise aslında kendine yabancı olan için hiledir. Öyle ya, neden "Allah katındaki din İslam"(3:19), yani 'barışmak'tır? Çünkü Allah yakındır. Bu yüzden de 'yakın olmak', insanın kendi hakikatiyle barışmasından ve bütünleşmesinden başka bir şey değildir. Gerçek secde budur. Nitekim sorun, bir -varlık sorunu değil- algı ve anlayış sorunudur. Alçak bir bilinç Allah'a nasıl yol bulsun?

İşte sana kurtuluşun yolunu açıkladım. O yol, sadece senin için ve seninledir. Nasıl bir başkası ona dahil olsun ki? O senin sırrındır, belki şimdi senden dahi gizli... İşin sonunda, yani perdeler açıldığında mutlu olmak istiyorsan ona uy! Çünkü insanın kendine yabancı olması, hoşlanmadığı biriyle sürekli aynı ortamı paylaşmak zorunda kalmasına benzer.

Arayışlar

Aranan, farklı suretlerde ve niteliklerde olmakla beraber, her zaman O'dur. Ancak "onların çoğu, ortak koşmaksızın Allah'a inanmaz."(12:106). Kastedilen, suretlerin ve niteliklerin sahibini unutmak ve -ilme dayanmaksızın- Hakk'ın bir yüzünü diğer yüzüne tercih etmektir. Bu tercihlerin kalıplaşması ve iyice yerleşmesiyle şahsi tutkular ve arzular ortaya çıkar. Bu da nefsaniyeti güçlendirir. Öyle ki, artık insan hayatı boyunca hep belirli şeyleri arar ve talep eder; diğerlerinden, hatta 'diğer'den ise uzak durur.

Tüm 'olmazsa olmaz'lar, 'o olmadan yapamam'lar, tutulan ve kendisiyle özdeşleşilen kişiler/nesneler/taraflar/takımlar/gruplar, bu konunun kapsamına girmektedir.

Çoğu, bu yüzden aşık olduğunu zanneder. Her nasılsa dünyada kendileri için seçilmiş(!) tek kişiyi buluverirler. Hem şansa bakın ki tam da yaşadıkları yerde! Gerçekte ise nefslerini daha iyi tatmin edeni bulmuş olurlar. O da, şimdilik! Oysa ki aşk, sevginin en üst derecesidir ve sevenden benliksiz olmayı talep eder.

Yine bu yüzden, Kitap'ın bir kısmı kabul edilir, diğer kısmı ise ya inkar edilir ya da görmezden gelinir. Belki Kuran kabul edilir, ama Kuran'daki veciz hükümlerin Resulullah tarafından açıklandığı yegane kaynak olan hadisler reddedilir. Bu da ilahi hükümlerin anlaşılamaması ve uygulanamaması anlamına gelir.

Yine bu yüzden, Hakk'ın bildirdiklerine göre değil, benliğin arayışları yönünde Allah'a ibadet edilir. Kuran ve hadisler, ya nefsin arzu ettiği şekilde yorumlanır ya da bunlarda yer alan hükümler dikkate alınmaz ve bunun sonucunda zihinde hayali bir tanrı oluşturulur. Böylece din, Allah katındaki olmaktan çıkar ve şahsi hale gelir. Böyle bir din ise yalın bir inanç olmaktan ibarettir ve batıldır. Çünkü iman, Allah'ın indirdiklerini doğrulamaktır; benlik ile özdeşleşmiş hayali bir tanrının varlığını değil.

Yine bu yüzden, kişi kendi öğrendikleriyle peygamberlere ve Allah dostlarına kafa tutar. Görmez mi insan ki, bu kimseler şahsi herhangi bir iddia sahibi değildirler. Hatırlamaz mı insan ki, onları seçilmiş kılan, kendisini de yaratmış olan Allah'tır.

Bunların hepsi de şirktir. Ve ne yazık ki, içinde bulunduğumuz dünya şirki süslemekte ve güzel bir şey gibi sunmaktadır. Buna bağlı olarak da, her gün yeni 'idol'ler türemektedir. 'İdol'ün sözlük anlamı ise puttur.

İnsanın arayışı doğru olmadıktan sonra -kendisine şirk karışmaksızın- hakiki anlamda tevhid ehli olması mümkün değildir. Hakk'ı unutmakla yaratılanlar arasında ayrıma gitmek ve nihayetinde bir taraf haline gelmek, Hakk'dan uzaklaşmaktır. Hakk'a en yakın kimse, en az seçen, en az itiraz eden, en çok seven, en çok ibadet eden, Hakk'ı en iyi bilen ve kendisinde rıza ve teslimiyetin en ağır bastığı kişidir.

Dönüşüm

İçeri dönüş, katılık devam ettiği sürece pek bir fayda vermeyecektir. Sadece var olanı hafifçe traşlamaya ve süslemeye yarar -ki çoğunun maneviyat ile ilişkisi de zaten bundan ibarettir. Gerçek dönüşüm ise var olanın yıkılmasını gerektirir. Dolayısıyla dönüşümün adı ölüm olmuştur. Biri ölüme ne derece ve ne kadar yönden yaklaşırsa, o kadar dönüşmüş demektir.

Ölüme giden yol, erime ve buharlaşmadır; yani katılığın giderilmesi. İşte bu mahvdır (silinme). Ama önce parçalanma gerekir. Çünkü parçalanmış bir şey zayıflar ve etkiye açık hale gelir.

İnsan, ilk parçalanmayla Rabbi'nin emir ve yasaklarını öğrenir. İkinci parçalanmayla bunları gözetmeye başlar. Üçüncü parçalanmayla bunların detaylarını ve faziletli amelleri öğrenir. Dördüncü parçalanmayla tüm bunların gereğine göre hareket eder. Beşinci parçalanmayla büyüklerden etkilenir ve ihlas sahibi (samimi, hilesiz) bir kul olur. Altıncı parçalanmayla büyüklerden istifade eder ve tevekkül içinde yaşar. Yedinci parçalanmayla kendi bildiklerini bırakır ve Allah katındaki ilme teslim olur.

Erime ve buharlaşma ise muhabbete bağlıdır. Kimde zerre muhabbet varsa, o erimeye başlar ve buna hiçbir şey engel olamaz. O, her anda ölüme biraz daha yaklaşır. Ölüm ise sondur. Hayır, o baştır: "O, evveldir ve ahirdir ve zahirdir ve batındır ve O, her şey ile bilendir."(57:3)

Haşyet

Allah'dan haşyet duymak, seçimsizliğin sonucu olarak ortaya çıkan bir niteliktir. Kişi her türlü tercihten uzak durarak, öz niteliği olan yokluk ile vasıflanıp kulluğa başladığında Rabb'inden haşyet duyar. Bunun için ise Allah'a muhabbet duymak gerekir. Muhabbet sebebiyle masivayla özdeşleşmekten tamamen kurtulunur. Böylece batıl dostlar kaybolur ve "Sizin Allah'dan başka dostunuz yoktur."(29:22, 42:31) ayetinin hakikati açığa çıkar. Yine bu sayede tüm sevilenler kaybolur ve yalnız Sevgili kalır.

Bunun için şöyle dedik:

Doğrusu ben ne seninle, ne de onunlayım,

Ama Allah ileyim; Rabb'imin rızasını gözlerim.

Kim bu yolun üzerinde; ben onunlayım.

Kim bu yolun dışında; ben ondan uzağım.

Allah'ın izniyle öncelikle haber ve bilgi arasında ayrım yapacağız. Çünkü ikisi temelde farklı kavramlardır ve aralarındaki fark bilinmeden birçok şey anlaşılamaz. Nitekim bunlardan biri haşyetin önündeki en büyük engel iken, diğeri haşyetin biricik yoludur.

Haber (malumat) çevremizden duyduğumuz ve öğrendiğimiz bilgi kırıntısıdır. Bu bilimsel, teolojik, psikolojik, sosyal vb. gibi herhangi bir konuda, herhangi bir şey hakkında olabilir. Haber her ne kadar kendi içinde akli olarak tutarlı ve tam olsa da, asılda her zaman bölük pörçüktür ve yerine yerleştirilmediği sürece bilgi adını alamaz. Yerine yerleştirilmesi ise Hakk'a izafi konumunun belirlenmesi demektir. Bu sayede o şeyle her şey bilinir ve her şeyde o şey bilinir. Böylece bilinen belirli bir mertebe (derece) ve/veya makama (konuma) sabitlenmez. Öte yandan haber bilgi adını almadığı takdirde sadece belli durumları ilgilendirir ve yere ve zamana göre değişebilir veya bozulabilir.

Bilgi ancak kalpte bulunur ve orada bulunduğu halde/sürece bilgidir; dışarı çıktığında haber olur. Kalpler ise Rahman'ın iki parmağı arasındadır ve O, onları dilediği gibi çevirir. Öyleyse bilginin azlığı veya çokluğu ancak O'nun dilemesine bağlıdır. Bu da bilgiyi kazanılamaz yapar. Her ne kadar haber, araştırma ve çalışma süreciyle elde edilir olsa da, bilginin artışı her zaman ilahi vergiyle olur. Çünkü bilgi O'nu bildirir. O'nu ise yine O bilmektedir. O anlatılamaz ama mümin kulun kalbi O'nu sığdırır.

Bilginin artışında kulun kalbinin saflığı ve yumuşaklığı büyük önem taşır. Sadece bir mümin O'ndan öğrenebilir ve öğrendiği, inancının olgunluğuna paraleldir. Katı kalplilikten kaynaklanan Tanrı'yı inkar veya Tanrı'ya ortak koşmak gibi eylemler kişinin ne kadar bilgiden yoksun olduğunun apaçık göstergesidir. Bilginin tasdiki yine bilgi ile olur, çünkü ancak ışık ışığı idrak eder. Bu yüzden böyleleri ile tartışmak anlamsızdır. Kalp sertliği devam ettiği sürece oraya su nüfuz edemeyecektir.

Şurası da bilinmelidir ki, Tanrı'yı inkar etmek ancak billah (Allah ile) olur. Çünkü Allah'ın sınırlarını aşmak mümkün değildir. Ateist, Tanrı'nın koyduğu düzeni değil, düzenin Tanrı'dan kaynaklandığını inkar etmektedir. Dolayısıyla onun yaptığı, bağlacı kaldırmaktan ibarettir. Bu yüzden 'kafir', sözlükte örtücü/saklayıcı anlamına gelir. Öyleyse problem bakmada değil, yorumlamadadır. Doğru yorumlama ise ancak bilgiyle gerçekleşir.

Önemli olan yüksek bir anlayışla içimize ve etrafımıza bakabilmektir. Böylece gerçeği saptırmamış oluruz. Bilimin en büyük problemi haberlerin çokluğu nedeniyle bilgiyi gözardı etmektir. Bilgi taşınamadığından, yolun büyüklerinden sabit ve belirgin delillere dayandırılmayan haberler şeklinde bize ulaşmıştır. İnsanlar da bilginin yalnız kalıbını görmekle aldanmışlardır. Halbuki dogma sayılan ve dolayısıyla küçümsenen ve zayıf bulunan haberler içindeki gerçek tohumları ancak yumuşak kalplerde filizlenebilir. Filizlendiklerinde ise artık haber olmaktan çıkarlar ve Allah dilerse meyvelerini verirler.

Gerçek tohumları meyvelerini vermediklerinde kişi ilahiyatın kıyısında yaşar ve anlamına ve amacına erişemez. Genellikle şekilde kalır ve dindarlığı belli kalıpların inşaası olarak görür, ölçer ve uygular. Bir şeyler yapmakla dindar olduğunu zanneder. Hakikat ise bunun tersidir. Yapılan her zaman olmaktan kaynaklanır. Olmak yapmaktır ama yapmak oldurmaz. Olduğumuzu yaparız ve yaptığımızla bilir ve biliniriz. Burada bilinen, olduğumuzdur. Olduğumuz ise bildiğimizdir. Dolayısıyla hedeflenen yapmak değil, bilmektir.

Gerçek tohumlarının meyvelerini vermemeleri ve dolayısıyla bilginin önünün tıkanması iki temel sebepten kaynaklanır. Bunlardan ilki kalplerin yeterli yumuşaklığa erişememesidir -ki bunun nedeni inanç eksikliğidir. İnanç eksikliğine dinin temel ilkelerinin doğru yaşanamaması sebep olur. İkinci sebep ise haberler ile meşguliyetin fazlalığıdır. Haber trafiği arttıkça kişi daha çok batıl olanla meşgul olur ve kalbi ile olan iletişimini gerçekleştirmede zorlanır. Bu yüzden haberlerin yoğunluğu ilahiyattan uzak yaşayanlar için olduğu kadar, müslümanların geneli için de büyük bir problemdir.

Aklın boşa meşgul edildiği her vakitte başka bir şeyin bilgisi kaçırılır. Haberlerin büyük kısmı da aklı boş yere meşgul ettiğinden haberlerden kaçınılması gerekir. Bilinçli insan kendine yararsız haber oluşturmadığı gibi, dışarı ile olan haber trafiğini azaltmak için serbest bırakıldığında uzleti (yalnızlığı) tercih edecektir.

Televizyon izlemek, gazete/dergi okumak, internette gezinmek ve sosyal ağlarda vakit geçirmek vb. eylemlerde bulunmakla günlük hayatta karşılaştığımız haberlerin büyük kısmını kendimiz oluştururuz. Bu şekilde faal olmak ise bizi asla bilgili yapmaz, ama belki bir şeylerden haberdar yapabilir.

Haberlerle ilgilenmek, karşılaşılan her yeni materyal karşısında aklı tepki vermeye zorlar. Bu esnada çoğumuzun zihni sürekli yorum yapmakla uğraşır. Ne var ki bilgiden yoksun olduğumuzda yorumları yapan dahi biz olmayız. Bu durumda yaptığımız, yeni haberlere eski haberlerle karşılık vermekten başka bir şey değildir. Çünkü bilgi ile hareket etmemek, kalıpları yaşamak demektir. Bu kalıplar da çocukluktan bu yana çevremizden duyduğumuz, gördüğümüz haberlerden oluşur. Dolayısıyla kalıplar içinde yaşadığımız sürece hiçbir şeye cevap vermiş olmayız.

Cevap vermek zihnin değil, kalbin işidir. Aklın işlevi ise soru sormak ve derin düşüncede bulunmaktır. Derin düşünce, bir şeyi kalıpların dışında incelemektir. O şeyi yok etmek ve ardından var etmektir. Onunla özdeşleşmek ve ondan çıkmaktır. Bu sayede kalple temasa geçer ve bilgi için hazır duruma geliriz. Eğer ki bu esnada Allah diler de bizim için bilgi gerçekleşirse, o zaman zihin devreye girer ve bu bilgiyi hayatımızın her alanına adapte etmede bize yardımcı olur.

Bu doğrultuda haberin çeşidi ve konusu fazla önemli değildir. Bilgi yolunda dini haberler dahi problem teşkil edebilir. Çünkü kişi haber yığınıyla yüklendiğinde soru soracak vakti bulamaz. Soru sorsa bile sorularının cevaplanması için kalbini dinleyecek fırsatı bulamaz. Sonrasında da etraftan duyduğu ezber kalıplar ile bu soruların üstünü örter. Böylelikle dini değil, o çağa ait belirli bir kesimin din imajını yaşar. Bu ise İslam olmaktan çok, 'İslam' ile etiketlenmektir.

Geçmişten süregelmiş haber kalıpları bilgiye imkan tanımaz, çünkü haberlerin aksine bilgi sonsuzdur ve belirli bir kalıbı yoktur. Bilgi, haberler nezdinde tanımsızdır.

Basiret üzere Hakk'a çağıran elçinin yolunu takip etmek, haberlerin çokluğunu siler. Haberlerin çokluğu silindiği oranda da cehalet yaşanır. Bilgi ancak cehalet ortamında yetişebilir, çünkü ancak boş bir kap doldurulabilir.

Biz bir şeylerden haber aldıkça cehalet kaybolmaz, saklanır. Bilgi sahibi olabilmek için haberler arkasına saklanmış cehaleti bulmak ve ortaya çıkarmak gerekir. Aksi takdirde kibir, ukalalık, dar görüşlülük vb. hastalıklara yakalanırız -ki bunlar bilginin önünde büyük engellerdir. Bu hastalıklar iyice yerleştikten sonra tedavileri de zorlaşır. Dolayısıyla mümkün olduğunca haberlerden uzaklaşmalı ve cehaletle nitelenmeliyiz -ki bilgiyi kabul etmeye hazır olalım.

Öte yandan, kişinin kendi cehaletinin derecesine vakıf olduğunu ifade etmesi dahi bir bilmişlik olduğu için onun cehaleti tam olarak yaşamadığını gösterir. Dolayısıyla çok cahil olmak dahi bilgiyi uzaklaştırır.

Cehaletin doğru yaşanması bilginin elde edilmesi için çok önemlidir. Cehalet doğru yaşanmadığında kişi ya cehaletini örtmeye çalışır, ya da aklını kullanmayı keserek boşluğa düşer. İki şekilde de kendini kandırır. Dolayısıyla cehaleti ortaya çıkarmak önemli olduğu kadar, bilgi talebinde kararlı ve istikrarlı olmak da önemlidir.

Hayatın her köşesine yayılmamış bir şey bilgi olarak isimlendirilemez. Bilgi, yapılan her seçimde varlığı olan şeydir. Dolayısıyla bilgi -yalnız bir yönümüzle değil- doğrudan ve bir bütün olarak bizle ilgilidir. Sadece belirli bir zamanda veya konuda kendisinden faydalanılan şey ise -bilgi değil- haberdir.

Burada her ne kadar amacımız bilginin anlam ve önemini anlatmak olsa da bu, haberleri küçümsediğimiz anlamına gelmez. Aslına bakarsanız haberler kendi başlarına zararlı değildirler. Bilgi fiziki yollarla taşınamaz olduğundan, insanlarla iletişim kurabilmek ve anlaşabilmek için haberlere ihtiyaç duyarız. Bilgiye imkan veren tohumlar yine haberlerde saklıdır. Önemli olan haberlerin baskınlığı altında ezilmemektir. Önce onlardan soyutlanmalı, daha sonra faydalanmalıyız. Böylece haberler bizde değil, biz haberler üzerinde kontrol sahibi oluruz ve bilgi odaklı bir yaşam sürebilmemiz mümkün olur. Aksi takdirde haberler profilimizi oluşturur ve bizi arka planda yönetirler.

Haberler hepimizin hayatında zorunlu bir yer tutar. Burada haberlerin ne konuda, ne kadarının zaruri olduğunu belirlemek ve buna uymak bize düşer. Bu sayede kendimizi korumuş oluruz. Bundan fazlası ise haşyetin kalıcılığını engeller. Her zaman hatırlanmalıdır ki, çok duymak/görmek/okumak bilgiyi arttırmaz, belki bilginin artışına vesile olabilir -ki bu da ancak haberlerden soyutlanıldığında gerçekleşir.

Haberlerin çokluğu bizde korku ve ümit olarak gözükür. Duruma ve mizacına göre kişide bu iki halden biri baskın olur. Hem O'na yakın, hem de O'nun izzetine yaraşır bir kul olmak daima korku ve ümit arasında bulunmayı gerektirir. Haşyet, bu denge korunduğu sırada ortaya çıkar.

İman sahibi herkes haşyet sahibidir. Ancak çoğu mümin için bu devamlı bir nitelik değildir; yerine göre korku veya ümit ağır basar. Allah ile olan ilişkisinde korku ağır basan kişi ünsiyetten yoksun olması sebebiyle O'nu dışlayacak ve O'na ulaşmak için bir yol aramayacaktır. Çünkü korku, ilahi rahmete sığınmaktan alıkoyar. Allah'ı dostu olarak değil, bir cezalandırıcı olarak görür. İçinde yaşadığı korkuyu da dışarıya öfke ve kınama olarak yansıtır. Halbuki saldırdığı kimseler -başkasının değil- Allah'ın kullarıdır. Öte yandan ümitli kişi de sorumluluklarında gevşek davranıp, taşkınlıklarda bulunmakla Hakk'ı yaratılan seviyesine indirir. Hakk'a kulluğunu diliyle ifade eder ama hevasına (heves) uyar ve kulluğun gereklerini yerine getirmez. Kulların arzu ve isteklerini yerine getirir ama Allah'ın sınırlarını korumada geri kalır. Çoğu zaman dünyaya ilgi gösterir ve Allah'ın kıskanç olduğunu unutur. Öyleyse korku bizi O'nun cemalinden perdelerken, ümit de O'nun celalinden perdeler ve ikisi de sonuçta Hakk'dan uzaklaşmaya sebep olur.

Rabb'imizden duyduğumuz haşyet, korku ve ümit arasındaki denge noktasına ne kadar yaklaştığımıza ve ne oranda bu dengeyi koruduğumuza bağlıdır. Haberlerden soyutlandıkça bilgi arttığına göre, soyutlanma tamamlandığında korku ve ümit arasındaki denge noktasına tamamen yerleşilir. Denge noktasında tamamen karar bulduğumuzda -ki bu ancak tüm kalıplardan çıkmak ve Allah'dan razı olmakla olur- haşyet bizim daimi niteliğimiz haline gelir. Artık Rabb'imizin rızası bizim rızamız haline gelmiştir.

"Allah'dan ancak ilim sahipleri haşyet duyar."(35:28) Çünkü bilmek, olmakla sonuçlanır. Olunduğunda ise korkulacak ya da ümit edilecek bir şey kalmaz.

Daimi haşyet sahibi Hakk'ı talep etmekten uzak kalmadığı gibi her işinde de kulluk bilinci üzere bulunur. O her şeyi Allah'dan, Allah için, Allah ile sever. Onun sevgisi her zaman Hakk'a varır; isimler ve cisimler üzerinde takılıp kalmaz. Öte yandan masivayı dışlamaz, Yaratan'dan ötürü Hakk'da kabul eder. Dolayısıyla O'ndan başkasında karar kılmaz. Seçim yapmaz, itiraz etmez, sahiplenmez, izler…

Davet

O, insanların topluca karşısında boyun eğdikleri Allah'tır, ancak bizzat şahit olunmadan kendisine inanılan şey her ne ise, insanın hakiki Rabbi olmadığı kadar, aynı zamanda O'nun hakkında yalan ve aldanış da olur. Çünkü kişi Rabb'ini nasıl algılar ve isimlendirirse, Rabb'i de o yönden ona bakar ve destek verir. Yani oyununa ortak olur. Çünkü insan yeryüzündeki halifedir ve orada bulunduğu sürece yargılanmaz. İşte bu yönden 'O', belirsiz ve herkes için ayrı kalmaya devam eder. İnançsızlık ve isyan kavramları da burada açığa çıkar. Çünkü birinin kutsalı diğerinin kutsalı değildir. Bu konuda şöyle denilir: "Allah'tan başkasına dua edenleri kötülemeyin! Yoksa onlar da bilmeden, düşmanlıkla Allah'ı kötülerler."(6:108). Yani batıl ile meşgul olanları dışlamayın ki, Allah ile ilişkilerini hepten yıpratmayasanız. Doğru ya, ileride sizden daha iyi Müslümanlar olmayacaklarını bilemezsiniz. Çünkü ilahi emirlere düşman olmadıkları sürece bu yol onlar için de açıktır.

Hakikatte kendisine inanılan ise farklı inanç suretlerinde Allah'dır. Herkes farklı cisimler, isimler ve sıfatlar ardından O'na döner ve O'ndan ister. Ve bu açıdan herkes O'nun inançlı ve gönüllü kuludur: "Göklerde ve yerde bulunan canlılar ve melekler kibirlenmeksizin Allah’a secde ederler."(16:49). Kibirlenemezler, çünkü arzuları ve ihtiyaçları her neyse onları Rabb'leri karşısında yeterince alçaltır. Öyle ki, onlar yalnızca bunları bilirler ve yine bunlar için her şeyi yapmaya hazırdırlar. Nasıl olmasınlar? Onlar için kendilerini üzerinde bulduklarından başka bir yol yoktur. Ve bu esnada diğerlerinden ziyade, cahil olan insanın sık sık yere kapaklanması ve çamura bulanması işten bile değildir. Ama olsun; o buna dünden razıdır.

İnançlarındaki yalan ve aldanış, Allah'ı bilmelerine perde olunca, insanlar O'nunla O'ndan perdelenmiş oldular. Bu yüzden onlara 'dalalette' (sapkın) denildi ve bunda ısrar edip, başkalarını da kendi inançlarına sürükledileri için onlara 'kafir' (örtücü) denildi. Böylece "Allah'ı unutan ve Allah'ın unuttukları"(59:19) oldular. Daha sonra kendilerine hesap sorulduğunda ise inandıkları ve güvendikleri şeyler hakkında "Konumca bizi Allah'a yakın kılmaları dışında onlara bel bağlıyor değiliz."(39:3) dediler. Bu ise kulağa hoş gelse dahi bir hiledir. Çünkü kendileri her ne kadar şimdi unutmuş olsalar da, hakikatte Allah'dan başkasına yönelmiyorlardı ve -başka bir şey değil- 'başka'yı görmek onlara rahmetten kovulmuşluk ve azap oldu.

Dünya karşıtlıkların açığa çıktığı yer olunca, iyinin tanımlanması kötüyü, ve kötünün tanımlanması iyiyi belirledi. Ama insanlar katında! Allah katında ve Allah için bir ayrım yoktur. Ve Allah rızası için yapılmayan bir şey de yoktur. Nitekim irade O'ndandır: "Allah dilemeden siz dileyemezsiniz."(81:29). Allah için olması itibariyle ise her şey güzeldir. Bu yüzden tüm inançlar kutsaldır ve ama ortaya çıkan çelişkiler ve karışıklıklar nedeniyle de hiç biri değildir. Bu nedenle Allah, insanların zihninde bilinmeyen-bilinen ve bilinen-bilinmeyen olarak kalır. Ve günah da -hata yapana değil- unutana ait olur. Ve tövbe, unutmaktan hatırlamaya dönmektir; yoksa hata yapmayı bırakmak değil. İşin doğrusu, ne buna insanın gücü yeter, ne de insan ile bu amaçlanır: "Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder ve yerinize, günah işleyip, peşinden tövbe eden kullar yaratırdı."

Her insana bazı şeyler kolay, bazı şeyler zor gelir. Kiminin doğru bulduğunu kimi yanlış bulur. Kişinin hakikati neyse algısı da ona göredir. Resulullah'ın, Salat ve Selam üzerine olsun, hakikati ise birleştiricidir. Onu insanlar için Hakk'ın elçisi yapan da budur; O, hiçbir hakikati ihmal etmeksizin, zaman/mekana göre doğruyu belirler. Onun hakikati hepsidir ve herhangi biriyle sınırlanmayışı bakımından da hiçbiridir. Bu yüzden elçiye bakan kendini olduğu gibi görür: "Ben bir aynayım; bana bakan kendini bende görür."

"Elçi size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan sakının!"(59:7). Gönderilen dinin amacı halkın kutsalını aşağılamak değil, halk arasındaki kargaşa ve ihtilafı gidermekti. Ve ancak bunun yolu da geçersiz kılmak oldu! "Kim elçiye itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur."(4:80). Kastedilen elçinin kendisine çağırdığı şekilde O'dur. Şu da var ki, eğer insanlar selamet içinde olmuş olsalar ve Hakk konusunda ihtilafa düşmeyip, birleşebilselerdi, bazı konularda yanılsalar dahi elçi onları başka bir tarafa çağırmayacaktı. Aksi halde bu da bir 'sapıklık' olurdu. Nitekim o, Yahudiler arasında Tevrat ile hükmetmiştir. Çünkü elçi ile amaçlanan -ayırmak değil- kopukluğu gidermektir. Dolayısıyla özel anlamda inanç, elçiye olan inançtır. Gerçekte ise -her ne kadar kıbleleri farklı farklı olsa da- herkes inançlıdır. İşte bu yüzden Allah katındaki dinin anahtarı tevhid, yani birleme oldu.

O'nun emrine karşı gelen herkes yine O'na dayanarak, O'nunla emrine karşı gelmiştir. O'ndan başka güç ve kuvvet sahibi yoktur. O'nun dışında bir tanrı yoktur. Hepsi O'dur ve O hiçbiri değildir. O tektir ve teki sever. Herkesin dilindeki ve kalbindeki O'dur. Övgüler O'nadır. O mutlak galiptir.

Güzel

Bize şöyle bildirildi: "Allah güzeldir, güzeli sever." Sevilen, tercih edilendir. O'nun tercih ettiği ise hayır olandır. Öyleyse güzellik, genel anlamda iyidir.

İnsan bazı şeyleri güzel buldu; Allah'ın elçisi onları çirkin gördü ve insan bazı şeyleri çirkin buldu; Allah'ın elçisi onları beğendi. Bu yüzden iyi ve kötü birbirine karıştı. Başka bir deyişle, Allah katındaki ve dünyevi yaratılış arasındaki farklılık güzellik algısının değişmesine ve dolayısıyla iyi ve kötünün karışmasına sebep oldu. Elçi de bu yüzden geldi; ilahi algıyı hatırlatmak için. Çünkü herkesin geldiği yer bellidir.

İnsan, hayatı boyunca çirkin bulduğundan güzel bulduğuna doğru hareket eder. Onunla ve onun için yaşar. Bunu kendi seçmemiştir ama kendisine engel de olamaz. Bir bakıma algısının kölesi olarak yaşar. Ne var ki, Allah dünyayı yaratmıştır ve her sanatkar, şaheserinden memnundur ve onunla zevklenir ve iftihar eder. Bu durumda Allah'ın çirkin bir şey yaratması imkan dahilinde değildir. Bu da demektir ki, çirkinlik algısaldır ve zaman ve mekana bağlıdır. Zaman ve mekan kalktığında ise sadece güzel olan vardır. İnsan çirkinlikten kurtulabilirse onun bir gaye peşinde koşması anlamsız olur. Böyle bir durumda seçim yapamaz hale gelir ve yolunu kaybeder. İşte bu yüzden, bazıları için hareket anlamını yitirdi ve onlar deli sayıldı; gerçekte ise onlar güzelliğe boğuldular ve gidecek bir yer bulamadılar.


Gördüğümde bakmadım,

Baktığımda ise göremedim.

Düşündüm anlayamadım,

Anladığımda ise düşünmedim.


Ben mi sizi terk ettim, siz mi beni?

Hangisi önce geldi, kim kovuldu gitti?


Sizi ararken kendimi bilemedim.

Kendimi aradığımda sizi göremedim.

Sizi bulduğumda kendimi yitirdim.

Kendimi bulduğumda sizi dilemedim.


Doğrular yanıldı, suçlular doğruldu.

Talipler bırakıldı, sevenler kavuştu.


Avcı iken av oldum.

Kaçak iken kayıp oldum.

Sahip iken köle oldum.

Bilir iken bilmez oldum.


Neredeyim, neredesiniz, nerede?

Hani yol, hani yolcu, hani gaye?


Noyan bakar, görür ama bilmez.

Ahmet dinler, duyar ama bilmez.

Önceden bildiğini de bilmez, şimdi bilmediğini de bilmez.

Kayıplıktır onun işi, evvelini ahirini bilmez.

Arayan bilir: Aranan O’dur.

Arayan bulur: Arayan O’dur.