Fususul Hikem'in Sırları

Şuayb

Muhyiddin İbn Arabi hazretlerinin kalbi hikmeti Şuayb'a ayırmasının iki temel sırrı vardır. Bunlardan ilki, “şuayb” (şubeler/kollar) kelimesinin anlamıdır. Çünkü kalp, insan bedeninde ve yaratılışı tam olan bütün canlılarda ilk meydana gelen ve suretlerini ayakta tutmak üzere uzuvlarına gerekli parçaları yayan kaynaktır. Resulullah (Salat ve Selam üzerine olsun) buna şöyle dikkat çekmiştir: “Cesette bir organ vardır ki, o salih olduğunda bütün ceset salih olur, bozuk olduğunda ise bütün ceset bozuk olur. Dikkat edin, o organ kalptir.”

Zahir olan ulvi alemin kalbi Güneş'tir. Onun yeri, feleklerin kalbidir. Işık yardımı Güneş'ten yayılır ve bütün gezegenlere ulaşır.

Bütün varlık suretlerinin kalbi ise gerçek kamil insandır. O, zorunluluk ve imkan arasında bir berzah, zat ve kıdem (ezelilik) ile hadisler (sonradan olanlar) ve hükümleri arasında bir ayna gibidir. Bu sebeple hilafet yeri yeryüzü olmuştur.

Yeryüzü varlık dairesinin merkezidir. Onun şimdiki suretiyle perdelenmiş olan asıl/manevi makamı Rahmani Nefes'in ortaya çıkışının başlangıcıdır. Rahmani Nefes, bütün varlık alemini yaratmak için ortaya çıkar. Bundan dolayı, (kendisinde tüm ilahi isimlerin ortaya çıktığı) yeryüzüne inen hakiki insanın da halife (Hakk'ın vekili) olması uygun olmuştur. Çünkü insan, (aynen yeryüzü gibi) her ne kadar suret açısından son olsa bile, rütbe ve mertebe açısından ilktir.

Kamil insan, halk ve Hakk arasında vasıtadır. Allah dışındaki her şeyin bekasının sebebi olan Hakk'ın feyzi ve yardımı, onun ile ve onun mertebesinden ulvi/süfli bütün aleme ulaşır. Eğer berzahlık yönü ile kamil insan olmasaydı, alemde hiçbir şey arasında irtibat ve ilişki olamayacağından dolayı, tek olan ilahi yardım hiçbir şey tarafından kabul edilemezdi ve hiçbir yere ulaşmazdı.

İnsan göklerin direğidir. Dolayısıyla ahadiyet'i cemin sureti olan hilafetinin mertebesi, yeryüzünden Kürsü ve Arş'a gittiğinde alemin düzeni bozulur, yer ve gökler değiştirilir. Nitekim Resulullah şöyle demiştir: “Yeryüzünde Allah Allah diyen kimse bulunduğu sürece kıyamet kopmaz.” Allah'ın adını tekrarlayarak pekiştirmekle, Allah'ı tüm isimleri birleştiren ismi ile zikreden kamil kişiyi kastetmiştir. Bu kamil insan, gökleri ve yeri ayakta tutan veya kendisiyle göklerin ve yerin ayakta tutulduğu manevi direktir. İnsan göçtüğünde ise gökler parçalanır, güneş dürülür, yıldızlar dökülür ve paramparça olur, dağlar yürütülür, yeryüzü sarsılır ve kıyamet kopar. Eğer kamil insan cennette bulunmasaydı, cennetin durumu da buna benzerdi.

Ne var ki, kamil insanın cennette bulunması mazharlığı açısındandır; yoksa cennet kamil insanı sığdıramaz. Onun cennette olan kısmı, bu cennete uygun olan yönüdür. Kamil insan her alemde o aleme uygun yönü ile, o alemin Hakk'dan talep ettiği özellik ile bulunur.

Cehennem için de aynı durum geçerlidir, çünkü o da kamil insan olmadan baki kalamaz. Nitekim hadiste şöyle gelmiştir: “Cabbar ayağını üzerine koyana kadar, Cehennem sürekli “Daha fazla yok mu?” der. Bundan sonra ise bir kısmı öbür kısmı üzerine çöker ve şöyle der: “Tamam, tamam!””

Cehennemin üzerine konulmuş olan ayak, kamillerin suretinden kendilerine cennette eşlik etmeyecek kısımdır. Bedenin en son uzvu olmasından dolayı ayak denilmiştir. İnsanın maddi sureti de, mutlak insani suretin en son uzvudur. Çünkü bir bütün olarak alemin sureti, insani hakikatin suretinin uzuvları gibidir. Bu yaratılış, insani hakikatin kendisi ile ortaya çıktığı son (en aşağı) surettir. İnsani hakikat ile uzuvlar gibi olduklarını söylediğim bütün suretler (gökler ve yer) ayakta durur.

Kalbin beş mertebesi vardır: Manevi, ruhani, misali, hissi ve birleştirici. Her mertebenin bir mazharı vardır. Ayrıca her kalbin, her mertebeye yönelik bir yüzü vardır. Kişi, bunlardan ilkiyle vasıtasız olarak Hakk'a yönelir. İkincisiyle ruhlar alemin yönelip, ruhlar vasıtası ile istidadının gerektirdiği şeyi Rabb'inden alır. Üçüncüsü, misal alemine yönelik yüzüdür. Kalp, ahadiyet'i cem makamıyla olan ilişkisi, mizacının ve ahlakının dengesi, davranış ve düşüncelerinin düzgünlüğü, huzur ve marifeti oranında bu mertebeden pay alır. Dördüncüsü, Zahir ve Ahir isimlerine ait şehadet alemine yönelik yüzüdür. Beşinci ve son yüz ise ahadiyet'i cem yönüdür. Bu yüzü, öncelik, sonralık, görünme ve gizlenme sıfatlarını kendinde toplayan manevi yüz takip eder.

Şuayb, kalbin misal mertebesinin mazharıdır. Bu mertebe, insanın yüreğinin sol tarafında gizli olan hayvani ruha benzer. Hayvani ruh, insani ruh ile mizaç arasında bir berzahtır. Çünkü o, basit ve akledilir bir kuvvet olması açısından ruh ile, bedenin bölümlerine yayılmış olan çeşitli kuvvetleri içermesi ve bedendeki tasarrufları açısından da mizaç ile ilişkilidir. Bu sayede de irtibat ve yardımı meydana getirir.

Misali tasarılar, zahir ve hissi suretlerin neticesi olduğu için, Musa'nın terbiyesi öncelikle Şuayb vasıtasıyla olmuştur. Dolayısıyla, Musa'ya ve mucizelerine hakim olan hal, Zahir isminin hükümleri olmuştur. Hakk onu kendisi için seçtiğinden dolayı, kemale erdirmek üzere Hızır'a göndermiştir. Hızır, Batın isminin mazharı ve (manevi) kalp yüzünün suretidir. Nitekim hikayelerinde, “istedik”, “Rabb’in istedi ki”, “Ona kendi katımızdan ilim öğrettik.” şeklinde buna işaret edilmiştir -ki bunların hepsi, -Musevi itirazların aksine- batın hallerdir. Musevi itirazların dayanağı ise zahiri emirler ve bu emirler için şart olan “iyi” ve “kötü” kavramları idi.

Cem ve vücud (ahadiyet'i cem) kalbinin sureti haline gelen kimse ise Resulullah gibidir. Onun makamı, varlık dairesinin orta noktasıdır. O kişi, kalbinin beş yüzü ile bütün alemlere, mertebelere ve hazretlere yöneliktir; hepsinin hükümlerini kavrar ve niteliklerini birleştiricilik özelliğiyle ortaya çıkarır.

Şuayb'ın elçiliğindeki ayetin ölçü ve tartıya dikkat etmek olmasının sebebi, kalbin bedenin uzuvlarına olan yardımının -ne fazla, ne de eksik olmak üzere- muhtaç olunan ölçüde, tartma yoluyla gerçekleşmesidir. Nitekim Resulullah, alemin sureti için de “Yerler ve gökler adalet ile ayakta durur.” demiş ve Hakk'ı “Tartı onun elindedir.” şeklinde nitelemiştir. Ayrıca, “Kuşkusuz Allah gökleri ve yeri ayakta tutar.”(Fatır, 41) ve “Her göğe emrini vahyetmiştir.”(Fussilet, 12) ayetlerinde de bu konuda sır vardır.

Kalbi hikmetin Şuayb'a ayrılmasındaki diğer sır ise, kalbin genişliğine ve rahmet ile olan ilişkisine dayanır. O rahmet, her şeyi kuşatır ve yüz parçaya bölünür.

Hakk tarafından bildirildiği üzere, -genişlik açısından aralarında fark olmakla beraber- eşyanın en büyükleri, rahmet, kalp ve ilimdir. Bu duruma şu ayetler işaret eder: “Benim rahmetim her şeyi kuşatmıştır.”(Araf, 155), “Ey Rabbımız! Sen her şeyi rahmet ve ilim olarak kuşattın.”(Gafir, 7), “Beni yerim ve göğüm sığdıramadı. Mümin kulumun kalbi beni sığdırdı.”

Rahmetin genişliği, Kalem'in Levha'ya yazmasıyla ortaya çıkan olaylarla ilgili ve sınırlıdır.

İlim ise hem Hakk'ın zatına, hem de bilinenlere iki farklı şekilde ilişir. Şöyle ki, Hakk, zatını herhangi bir belirmesinde aklettiği gibi, herhangi bir nitelikle sınırlanmaksızın- mutlak olarak da bilir. Bilinenler de sonlu/geçici şeyler olduklarında, hem aralarındaki farklılıkların belirli bir devirde (zaman/mekan) ortaya çıkması açısından, hem de Hakk'ın ilminde belirmeleri bakımından bilinirler. Bilinenler sonlu şeyler olmadıklarında ise yalnız ikinci tür bilme geçerlidir.

Hem Hakk'ın zatı için, hem de bilinenler için geçerli iki bilme tarzında da, ilk bilme, akledenin nefsi ve bilgisi açısından kayıtlanarak gerçekleşirken, ikincisi, genel (toplayıcı) ve özettir. Hakk ve mümkünler arasındaki bu bağlantının ve tam ortaklığın sebebi ise Hakk'ın mutlaklığında ve gaybında gizli olan zati işlerdir. Bu işlerin aslına ermek ve sonucunda iki bilme tarzını biraraya getirmek, sadece kendi hakikati zorunluluk ve imkan hükümlerini birleştiren bir berzah olan kimse için mümkündür. Çünkü bu kimse kendi yokluğu ile Zat'ın gaybı karşısında durur ve böylece tüm kayıtlı akletmelerden arınmış olur. Bu şekilde olduğunda da, ilimden daha geniş hiçbir şey yoktur.

Hakk'ı kuşatan kalbin genişliği, hakiki insana ait berzahlık genişliğidir ve onun ilmi de bahsedilen ilimdir. Şuayb'ın genişlikten olan payı ise, hayvani ruha benzeyen kalp mertebesine göredir. Bu mertebenin hükümleri ve şubeleri, kalbin kuşatıcı mertebesinden olan nasip oranında olur. İki kalp arasındaki ilişki, kayıtlı hayal aleminin, mutlak hayal alemiyle ilişkisi gibidir.

Değerlerden ve değerlendirmeden vazgeçilip, bütünün birliği dikkate alındığında ise genişlik ve hükümleri ortadan kalkmış olur. Çünkü gerçek anlamda bir olan bir şeyin, herhangi bir şeyi sığdırdığı veya herhangi bir şey tarafından sığdırıldığı düşünülemez.